Şener Yıldız’la Ankara James Cook Pub’da karşılıklı akşam üstü birası içiyoruz. Ankaralıların ya da "eski Ankara" ile bağı bulunanların hemen anlayacağı, mümkün olsa müzelerde koruma altına alınmasına öncülük edeceğim bir "Ankara nezaketi" vardır. Hani şimdilerde çoğunluğun, “Aman paçalarıma bulaşmasın da ezik sanmasınlar!” anlayışıyla kaçtığı bir nezaket. İşte karşımdaki kişi, buluşma öncesi mesajlaşmalarımızda, “Siz lütfen yorulmayınız, ben Bestekar civarına gelirim” cümleleriyle beni afallatan, röportaj sonunda neredeyse Emel Sayın tonlamasıyla, "N’olur değişmeyin!" diye ellerine sarılacağım kadar kibar, ince biri.
’89 yılında başlayıp 17 yıl sürdürdüğü Rock Market programıyla birkaç jenerasyonun müzik zevkinin şekillenmesinde rolü olan Operatör Doktor Yıldız’la TRT’nin “o yıllarının” inanılmaz dinamiklerini, program için yaptığı fedakarlıkları ve kült sayılacak programının insanlar üzerindeki etkisini konuştuk.
Şimdi düşünsenize 19-20 yaşlarındasınız, böyle bir şeyle uğraşıyorsunuz, tabii ki içinizde bir şeyler yaşıyorsunuz ama ben hep şu eleştiriyi aldım, ‘Böyle program sunulur mu?’ Ya ben Polis Radyosu’nda ve TRT’de yaptım bu işi, yani ne yapabilirdim? Öbür türlü izin verilmiyordu ki!
Rock Market, 17 yıl boyunca devlet kanalında aralıksız yayınlanan tek program ve üstelik heavy metal üzerine. Ekşisözlük’te çok komik bir yorum yapılmış, 'TRT’nin gizemlerinden biridir bu program' diye. Hakikaten nasıl yaptınız bu işi?
Aslında öncesi daha ilginç. Ben ilk defa ’85 yılında Polis Radyosu’nda başladım. Orası malum gerçekten üniformalı polislerin çalıştığı, müdürünün emniyet müdürü olduğu bir radyo. Rock müzik programı yapıyordum, onların konseptine hiç uygun değildi tabii.
Nasıl ikna etmiştiniz?
Benim en büyük avantajım o yıllarda Ankara Tıp Fakültesi’nde öğrenci olmamdı. ‘Bu adamdan zarar gelmez’ gibi bir güven uyandırıyordu. O zamanlar Ankara’da çok plak bulamıyoruz, bir-iki yerde kaset dolduruyoruz. Moda Çarşısı’nda Dorian Gray vardı, en çok oraya giderdim. Artık kasetlerim arşiv haline gelmişti. Bir gün aklıma geldi, ‘Keşke bir radyo programım olsa’ diye. Oturduğumuz apartmanda Polis Radyosu’nda çalışan bir görevli vardı, ona açtım konuyu, ‘Gel müdür beye gidelim’ dedi. Müdüre anlattım, ilginç geldi ona. Çünkü öyle bir program yok. Yani Türkiye’de yok. Bir süre sonra Rock Dünyasından’a başladık. Tabii şöyle bir sıkıntı çektim; müzik çok sert, bir de söz denetimi var. Şimdi sözleri açıkça çevirip versem imkansız, karşı tarafı üzmeden, kırmadan idare etmek zorundasınız. Bir de malumunuz plak kapakları… Bence görsel olarak inanılmaz, muhteşem ama onlar için değil. O plakları ben hep kapaksız götürmeye özen gösterirdim.
Nasıl karşılandı program?
Çok ilgi çekti. Ankara rock müziğinin beşiğidir. Lise ve üniversite öğrencilerinden çok hoş tepkiler aldım. Bir süre sonra basının da ilgisini çekti, gazeteciler gelmeye başladı. Tabii insanlar sizden şunu bekliyorlar; deri ceket giyeceksiniz, saçınız ona göre bir şekil olacak, zincir takacaksınız, mümkünse Harley Davidson motorunuz olacak. Bir gün radyoya gittim, bir gazeteciyle karşılaştım, ‘Şener Yıldız’ı arıyorum’ dedi, ‘Buyrun’ dedim, ‘Ha’ dedi geçti. Ciddiye bile almadı beni çünkü ben takım elbiseli ve kravatlıydım, okuldan geliyordum. Belki de onun etkisiyle bana Polis Radyosu’nda izin verdiler. Yoksa şarkı sözleri malumunuz yani, her türlü öğe var, kan gövdeyi götürüyor parçalarda (gülüyor).
Sizi tanımıyorum ama dışarından çok efendi, kibar bir haliniz var. Eski TRT nezaketine sahipsiniz ama orada kan gövdeyi götürüyor diyorsunuz. O nasıl bir tezatlık? İçinizde fırtınalar mı kopuyordu?
(Gülüyor) Şimdi düşünsenize 19-20 yaşlarındasınız, böyle bir şeyle uğraşıyorsunuz, tabii ki içinizde bir şeyler yaşıyorsunuz ama ben hep şu eleştiriyi aldım, ‘Böyle program sunulur mu?’ Ya ben Polis Radyosu’nda ve TRT’de yaptım bu işi, yani ne yapabilirdim? Öbür türlü izin verilmiyordu ki! Denetim diye bir şey var, istediğiniz gibi konuşamazsınız. Gerçi benim yapım da uygun değil ama yine de yapamazsınız.
Ben hep şunu anlattım, ‘Benim görüntümü, sesimi boşverin. Ben bir TV starı olma peşinde değilim, kendimi ön plana çıkarmak istemiyorum. Bu müziği seviyorum ve vermek istiyorum.’ Önemli olan izleyiciye ulaşmaktı.
Televizyona geçişiniz nasıl oldu?
Radyoda çok ilgi oldu. ‘Televizyonda da olsa’ diye çok mektup gelmeye başladı. Müzik dairesinde müdüre gittim, dinleyici isteklerini anlattım. Dünya görüşü, ufku çok geniş insanlar ve izleyiciyi merkeze koyan bir yaklaşım vardı o yıllarda. Tek sıkıntıları vardı, benim sesim ince malumunuz, sesimi çok beğenmediler. Ben hep şunu anlattım, ‘Benim görüntümü, sesimi boşverin. Ben bir TV starı olma peşinde değilim, kendimi ön plana çıkarmak istemiyorum. Bu müziği seviyorum ve vermek istiyorum.’ Önemli olan izleyiciye ulaşmaktı.
Televizyona çıkmak hele o dönem bambaşka bir şey. Çevreniz nasıl tepkiler verdi?
O dönem TRT1 vardı, TRT2 bile yoktu, dolayısıyla ister istemez izleniyordunuz. Bir de programı pazar öğle saatlerine koydular. O dönem en çok izlenen saatler. Cenk Koray’ın meşhur Tele Kutu programı vardı, onun öncesinde yayınlanıyordu düşünsenize. Aslında çok ilginç bir şey. Tek kanal var ve pat diye bir müzik programı yayınlanıyor.
Denetimin had safhada olduğu bir dönemde TRT’de böyle bir program hem de…
Gerçekten inanılmazdı. Şimdi bakıyorum da çok cesurmuşum. Çok sıkıntı çektim mi çektim, denetimlerde problemler oluyordu ama bir şekilde aşıyorduk.
Neler oluyordu mesela?
Ağrı’nın bir köyünde mecburi hizmet yapıyorum. Orada havaalanı yok o zamanlar, köyden minibüsle ilçeye gidiyor, ilçeden minibüsle Ağrı’ya, Ağrı’dan da otobüsle 24 saatte Ankara’ya geliyorum. Kışın yollar kapalı, vs. Ben Ankara’ya gelip programı çekip tekrar dönüyorum. Tabii iki-üç program birden çekiyoruz, stoklu gidiyoruz. Bir seferinde çekim bitti, döndüm Ağrı’ya, bir telefon, ‘Denetimden geçmedi, tekrar gelmen lazım!’ Niye geçmemiş biliyor musunuz? Anons yaparken elim cebimdeymiş. Tekrar geri gittim. Tişört giyemiyorsunuz, gömlek ya da kazak giyeceksiniz. Bana, ‘Kravat takacaksın!’ diyen müdürler oldu.
Ama ona rağmen müziğe hiçbir şey demiyorlardı?
Demiyorlardı çünkü bizim gerçekten çok sağlam bir izleyici kitlemiz vardı. Reytinglerde belki birinci çıkmıyorduk ama çok stabil bir kitleydi. Bizim şöyle bir avantajımız vardı, izleyicimiz -gerçekten bunu başkalarını küçümsemek için söylemiyorum ama- en iyi eğitimleri alan, dünyayla iletişimi olan, kültürlü bir kitleydi. Adam oradaki şiddeti görüp de gidip dışarıda bir şey yapmıyordu. Kimseye bir zarar vermiyorlardı. Bana gelen mektupları çok ciddi değerlendirirdim. Binlerce mektup geliyordu. Yunanistan, Hollanda, İran, Irak, Suriye’den bile mektup gelirdi. Diyelim ki 1000 kişi sizden görüntü ve parça içeriği açısından zor bir grup istiyor, ‘Boşver bu 1000 kişiyi’ demezdim, yayınlardım. Tabii o zaman reaksiyon artardı TRT’de, hemen araya yumuşatacak bir şey koyardım. Kültür bakanını konuk ederim mesela (gülüyor), Türkiye’deki müziği konuşurduk. Hiç unutmuyorum Fikri Sağlar gelmişti, ‘Ne işim var burada?’ diye bakıyordu.
Dengeleri koruyordunuz.
Tabii. Çünkü öbür türlü bir süre sonra sıkıntıya düşüyordunuz. Birçok kampanya yaptım. Havacılığı sevdirme, basketbol kampanyası, ‘AIDS’e Hayır’ kampanyası bile yaptım. Bütün bunlar, içinde sosyal bir şeyler de olsun da bana çok dokunmasınlar diye. Dedim ya, önemli olan izleyiciye ulaşmaktı. Rock festivalleri de düzenledik Türk rock gruplarıyla. Sinema salonlarında yapıyoruz malum. İlk seferinde öyle bir kalabalık geldi ki, içeride 1000 kişi varsa, dışarıda 3000 kişi! Her seferinde bir servet para kaybederdim çünkü koltuklar kırılıyordu. Hiçbir zaman ikinci kere aynı salonda yapamazdık, kimse vermezdi. Bir kere sinema salonu sahibi, ‘Ya tamam parçalasınlar da bari elektrik kablolarını ısırmasınlar, hepsi diş izi, elektrik çarpacak çocukları!’ dedi. Ben de, ‘Tamam bir sonraki konsere lastik ayakkabı giymeyi şart koşarım’ dedim. Yeter ki bize salonu versin (gülüyor).
Bir dergi de çıkarttığınızı duymuştum.
Evet, radyo zamanı. Çok bilinmez ama Türkiye’nin ilk heavy metal dergisidir. Programın adıyla aynıydı, Rock Dünyasından. Göksel Sözer vardı, Meridyen programını yapıyordu, onunla birlikte elimizle yazardık. Metal Hammer’dan, başka dergilerden çeviriler yapıyorduk. Türkiye’nin ilk fan club’ını kurduk. Üyelere ücretsiz dağıtırdık dergileri.
Adı neydi fan club’ın?
Halloween filminde Jason karakteri vardır bıçaklı, ondan esinlenerek Jason Fan Club koymuştuk. Maskesi de logomuzdu (gülüyor).
Siz de dehşetengiz her şeyi yapıyorsunuz ama bir yandan temiz, doktor…
(Gülüyor) Vardır ya, Dr. Jekyll-Mr. Hyde, öyle bir şey yani. Sonra bir aşama daha ileri gittik, insanlar, ‘Yayınladıklarınızı kaydedemedik, ne yapacağız edeceğiz?’ deyince üyelerimize ücretsiz kayıt yapmaya baladık. Posta ile bize boş kaset ve pul gönderiyorlardı. İnanın günlerce, sabahlara kadar çift kasetli teypte kayıt yapıp insanlara postalardık. Aslında yapılacak iş değil.
Özel kanallar çıktı, bize bir kanaldan teklif geldi. Görüşmeye gittik, önerilen rakamlar inanılmaz. ‘Herkese hitap eden bir şey olsun’ dediler. Yani programın içeriğine müdahale edeceklerdi. Kabul etmedim. ‘Deli misin? dediler bana. Başka kanallardan da teklif geldi ama kabul etmedim. Pişman mıyım, değilim. Bu işi hiç ticari görmedim.
Siz bunları yaptıkça mutlu mu oluyordunuz? Hani hayırsever gibi çalışmışsınız, bayağı bedava kültür hizmeti vermişsiniz.
Çok mutlu oluyordum. Bir de şu var, 50 yıl sonra biri, ‘Türkiye’de heavy metal müzik nasıl gelişti?’ diye bir araştırma yapsa bilecek ki…
Siz onun bir parçasısınız.
Evet.
Sizinki tam bir aşkmış.
Tabii kesinlikle.
Peki diyeceğimi yanlış anlamayın ama sizi bir nevi ‘deli’ gibi gören oluyor muydu?
Olmaz mı? Çok oldu. Özel kanallar çıktı, bize bir kanaldan teklif geldi. Görüşmeye gittik, önerilen rakamlar inanılmaz. TRT’deki rakamlar tamamen sembolikti, o teklif cezbetti doğal olarak. Ama iki şey çıktı karşıma. ‘İzleyici sayısı çok önemli’ dediler. Reyting denilen şeyi orada öğrendim, bizim öyle bir kaygımız yoktu. İkincisi, ‘Herkese hitap eden bir şey olsun’ dediler. Yani programın içeriğine müdahale edeceklerdi. Kabul etmedim. ‘Deli misin? dediler bana. Bir tarafta 1 TL veriyorlar, bir tarafta 100 TL veriyorlar. Aradaki fark öyle iki, üç, on kat değil. Sonra başka kanallardan da teklif geldi ama kabul etmedim. Pişman mıyım, değilim. Bu işi hiç ticari görmedim.
2005’te bitti değil mi TRT?
Evet öyle olsa gerek. Bir yıl sonra TV8’de başladım. Sonra kısa bir süre yine TRT’ye döndük ama anlaşamadık.
Peki her şeyin temeline dönelim, rock-metal müzik hayatınıza nasıl girdi?
Ben Rainbow, Deep Purple dinleyerek başladım.
Nerede duydunuz ilk?
Ankara öğrenci şehri. Kasetçilerde kaset doldurduğumu hatırlıyorum. Tabii sonra klasik rock’tan çıkıp biraz daha death, speed, black’e geçtim.
Bir hastamı hatırlıyorum, adamcağız ertesi gün hayatının en önemli ameliyatını olacak, ölüm kalım ameliyatı. Bana dedi ki, ‘Hocam çok ilginç bir şey anlatacağım, dün akşam televizyonda birini gördüm, size çok benziyordu. Ama tabii ne alakası var!’ Öyle bir aşağılayarak anlatıyor ki gördüğü adamı.
Neden doktor olmak istediniz?
Aslında doktor olmak istemedim. Bunu aile dışında ilk kez size anlatacağım çünkü soran olmamıştı. Ben normalde doktorluğu yazmadım. Matematik ve fiziği çok severim, hep de onlarda iyiydim öğrencilik yıllarımda. Dolayısıyla birinci tercihim Boğaziçi Elektrik-Elektronik Mühendisliği, ikinci tercihim de ODTÜ’ydü. Hiç tıp yazmadım, sonuçlar açıklandı, Ankara Tıp Fakültesi! ‘Olamaz yazmadım ki!’ dedim. Meğer dayım tıp çok severmiş, gece ben uyurken birinci tercihimi siliyor ve tıp yazıyor. Halbuki çok iyi bir puan almıştım, Boğaziçi’ne rahatlıkla girebilecek bir puan.
Kızmadınız mı?
Kızdım. Biyolojiyle fenle hiç ilgim olmadı hayatımda, hastalığım fizik ve matematikti. O alandaki puanlarımla Türkiye’de dereceye girdim. Tabii aile baskısı da oluyor, ‘Doktorluk çok güzel bir meslek, hazır kazanmışsın yapma etme’ dediler, öyle gittim.
Sizin doktor olduğunuzu insanlar biliyor muydu o dönem?
O dönem basın bize çok yer verirdi, ilginç gelirdi. Ve doktor olmam onların çok ilgisini çekerdi. Röportajlarda yer verirlerdi.
Siz üroloji dalında mıydınız?
Evet. Ürolog olarak başladım sonra böbrek nakline geçtim, şimdi Yüksek İhtisas Hastanesi’nde böbrek nakli yapıyorum.
Kaç yıldır oradasınız?
’91’den beri.
Sizde hep istikrar var galiba?
(Gülüyor) Her şeyde öyle.
Ankaralı olmaya mı bağlı acaba?
Benim evden çıkıp hastaneye gitme sürem en fazla iki dakika oynar. İstanbul’da her an her şey olabilir, bizde öyle değildir. Ben bilirim arabaya bineceğim, garajdan çıkarken haberleri dinleyeceğim, her şey bellidir.
Genelde attığınız adımlar belli midir?
Düzenli bir insanım. Ama heyecanı da seviyorum.
Var mı öyle ekstrem sporlara falan ilginiz?
Tabii eskiden paraşütçülük yaptım. Hareket, aksiyon severim ama onu belki çok dışarı yansıtmam ya da görülmez. Yaptığım iş de ameliyat. Ameliyat yapmayı severim. Onu yapmasam doktorluk yapmam. O kanı göreceğim orada (gülüyor).
Hastalarınız biliyor mu televizyon yıldızı olduğunuz dönemi?
Eskiden tabii çok enteresan şeyler olurdu. Bir hastamı hatırlıyorum, adamcağız ertesi gün hayatının en önemli ameliyatını olacak, ölüm kalım ameliyatı. Bana dedi ki, ‘Hocam çok ilginç bir şey anlatacağım, dün akşam televizyonda birini gördüm, size çok benziyordu. Ama tabii ne alakası var!’ Öyle bir aşağılayarak anlatıyor ki gördüğü adamı (gülüyor). Gelip tanıyıp şaşıranlar oluyor. İlişkinizin sıcaklığı artıyor tabii. Bizi hep aile gibi gördükleri için.
Bir şeyi 17 yıl boyunca sürdürmek nasıl bir his? Farklı jenerasyonlara hitap ettiniz.
Bunun maneviyatını size anlatamam. Hala da zaman zaman yaşıyorum. İnsanlarla karşılaşıyoruz, hayatlarının en güzel günlerini, çocukluk ve gençlik yıllarını benimle yaşadıklarını söylüyorlar. Çocukluğunuzda anneniz saçınızı okşadığında nasıl gülümsersiniz, beni görünce insanların suratında o tebessümü görüyorum.